Sahilden Antalyanın batısına doğru 90 kilometre giderseniz yolunuz Kumlucaya uğrar. Kumluca kenti Antalya körfezinin batısında yer alan Finike ovasının doğu ucunda kurulmuştur. Ovanın toprağı bir uçtan öteki uca kumlu ve alüvyonlu topraktır.
Bu ovanın toprağı niçin kumludur bilir misiniz? Bundan yıllarca önce burası denizmiş. Onun için toprağı biraz kazarsanız deniz çakılı çıkar. Ta dağların dibindeki Toptaş köyünde deyakın zamana kadar gemilerin bağlandığı dubalar varmış.
İşte bir gün buraya bir ticaret gemisi gelir. Limana demir atar. Tayfalar alışveriş için karaya çıkarlar. Onlar karaya çıkar çıkmaz ta yukarılardan bir rüzgar esmeye başlar ki. Fırtına mı desem kasırga mı desem, günlerce sürer. Fırtına birkaç gün sonra dinmiş. Gemiciler alışverişlerini yapıp kıyıya gelince bir de ne görsünler, gemileri ta Finike açıklarında değil mi? İki yanlarına bakınmışlar, binip de gemiye ulaşabilecekleri bir kayık da yok. İşte tam o sırada içlerinde Allahın sevgili bir kulu varmış. Bu kişi yerden bir avuç kum alıp denize doğru serpmiş. Serptiği yerler kumlu toprak olmuş. Böyle serpe serpe gemilerine kadar ulaşmışlar, binip gitmişler.
Uzun bir zaman kışın bu ovayı sel basmış. İnsanlar bugünkü Sarıkavaka, Baysıya, Sarıcasuya, Salura tepelerin eteklerine yerleşmişler.
Bir gün Finike taraflarından bir çerçi eşeğine yüklediği incik boncuğu Adrasan-Yazır taraflarında satmak için giderken Karatepenin yanında mola vermiş. Eşeğinin yükünü indirip karısının heybeye koyduğu azık çıkısını çıkarmış. Karnını doyurduktan sonra heybede bulduğu küçük karpuzu da kesip yemiş. O sırada gözü az ilerideki toprağa ve orada biten otlara ilişmiş. Meğer adam toprağın dilinden anlarmış. Yediği karpuzun çekirdeklerinden birkaç tanesini toprağa gömüvermiş . Sonra da eşeğine yükünü yükleyip gitmiş. Eskiden çerçiler de köy köy dolaşır satış ve takas yaparlardı. Bazen bu dolaşmalar haftalarca aylarca sürerdi. Bizim çerçi de ticaretini yaptıktan sonra Finikeye dönerken bir de bakmış ki toprağa gömdüğü karpuz çekirdekleri yeşermiş, gürbüz fidanlar çıkmış. Eliyle bu fidanların boğazını doldurup gitmiş.
Bir müddet sonra gelirken karpuz fidanlarının kol attığını, ufak ufak meyveler verdiğini görünce etrafını çitle çevirmiş. Bir sonraki gelişinde ise her biri sepet gibi karpuzlar karşılamış bizim çerçiyi. Eşeğindeki incik boncuğu indirmiş, oradaki çalıların arasına saklamış. Karpuzların olgunlarından bir kısmını derleyip Sarıcasu köyüne götürmüş. O zamana kadar Sarıcasuda da karpuz yetişirmiş ama su olmadığından bunlar pek büyümezmiş. Bazen de hamken güneş vururmuş. Köylülerin gözü faltaşı gibi açılmış. Çünkü hiç biri bu kadar iri karpuz görmemiş. Çerçi karpuzdan birer dilim kesip köylülere tattırmış. Tadı da güzelmiş karpuzların. Köylülerden biri cesaret edip, “Arkadaş bu karpuzları nerede yetiştirdin?” diye sormuş. Çerçi eliyle Karatepeyi gösterip “Şu tepenin yanında Kumluca bir yer var. Orada yetiştirdim.” Diye cevap vermiş.